Mutfak penceresinden disariya bakiyoruz... Bak yapraklar dokulmeye basladilar bile diyorum, belki degisik renklerde toplayip bana getirirsin birkac tane... Burnunu cekiyor.. Hava cok sicak.. Cok nemli.. Cok yapis yapis... Ama ruzgar var.. Gunes gokyuzunde ama, gokyuzu grimsi...
Anne bu mevsimin adi ne diyor.. Bu mevsimin adi Roma diyorum..

29 Ağustos 2010 Pazar

O BAKISLAR NE ZAMAN BENI GULDURECEK SEVGILIM...?





Niye diye soruyorum kendime?
Nasil olabilir diye bir daha soruyorum?
Bu kadar basit mi, bu kadar kolay mi sebep olmak bir seylere, ya da engellemek korktugumuz bir seyleri...?

Basimizin ustune kaka yapan bir serce, iyi haber mi tasir, 4 yaprakli bir yonca kendi turunun genetik bir kusurunu bize sans diye mi yutturur,

ugur boceginin ayagina Roberto Cavalli terlik mi, yoksa Sergio Rossi ayakkabi mi alsak daha cok ugur getirir,


yorgunluk disinda hangi bollugu tasir da getirir temizlik yapilan evde ortaliga sacilan princler ?

At nalinin atin ayagindan baska nerde ise yaracagini kim bilir?

Sag el kasininca para gelir, sol el kasininca para gider de, ikisi de kasinip durursa egzama nasil tedavi edilir?

Tahtaya vurmak hangi benzer kotu olayi bizden uzaklastirir, terligi duz cevirmek, elbiseleri ters yuz etmemek tersine cevirir mi yaklasan kotu olaylari, yoksa biraz duzen mi gelir yasanilan eve... ?

Geceleri tirnak kesmemek isigin olmadigi donemlerde ertesi gun yemeklerden tirnak cikmasin, merdiven altindan gecmemek, basiniza boya kutusu dusmesin diye soylenmis olabilir mi?





Hadi anladik diyelim 13 cumayi, 17 Sali’yi butun hristiyanlar adina,


uykusu kacip erken kalkan, ya da hovardalik edip uyumayi unutan horozun ne gunahi var?
Zavalli kara kediler, bir cadiyi feci tirmalamis olabilirler mi, birgun bir yerlerde?

Butun evde kalmislar aynalari kirip kirip, bir de ustune gelinin ayakkabisinin altina isimlerini yazmayi unutan saskinlar midir?



Artik dunyadaki butun kilitler baslarinin uzerinde acilsa bile, bahtlari acilmaz mi, tahtlari kurulmaz mi?

Hepsine inanin istiyorsaniz... Hepsine inanin, soylenen herseyi yapin... Biri haric yalnizca...

Guldugunuz anlarin, “ayy hayirdir insallah cok gulduk, inan aglayacagiz” diye keyfini kacirmayin...

Gulun, korkmadan, doya doya gulun...
Eger icinizden gulmek gelirken, aglamaktan korkarsaniz, boyle marslilara donusursunuz, soylemedi demeyin...
.
Bir de nazar boncugu gunluk yasamin icinde, kulturumuzun bir parcasi artik... Ona hicbir sozum yok benim...


P.S1: Okudugum bilimsel bir makalede, bu inanclarin temel nedeni olarak, gelecekteki belirsizliklere karsi strateji eksikliginin yarattigi korku tanimi veriliyordu. Tercume etmeye vakit bulursam sizlerle paylasirim birgun.
-
P.S 2: Bir onceki yaziya yaptiginiz katkilar icin hepinize tek tek tesekkur ederim. Burada yazilan hersey siz okumaya deger buldugunuz icin onem kazaniyor...
.
29 Agustos 2010

26 Ağustos 2010 Perşembe

O BAKISLAR BIRGUN BENI OLDURECEK SEVGILIM...


San Gimigniano, Italya


Ilk goz goze geldigimiz ani bugun gibi hatirliyorum...

Murano/Venedik (annem), Halep/Suriye (annem), Paris/Fransa


Ben elimi balkonun demirlerine dayamis denize bakiyorum, basimda kimbilir hangi sevdalarin sarhoslugu*, o tam karsimda gozleri gozlerimin taaa icinde...

Elba Adasi/Italya (Federico) kotu ruhlari kovmak icin icinde cingiraklar var

Iceri dogru donup anneme, “gel ve su gozlerin muhtesemligine bak ne olur” diyorum, bir hizla balkona cikip beni iceri cekiyor... Dogmalara inanmayan akilli annem, bu gozlerin sahibinin adini bile soyleyemiyor...

Ertesi sabah apartmanda bir basina yasayan yasli ve cok hasta bir komsunun olum haberini aliyoruz... Roma/Italya (yag kandili)

Benim gibi o gozlerle gozgoze gelen baskalari “ugursuz hayvan” diyorlar kizginlikla, annem her seferinde “haci murat kusu” diye duzeltiyor... “Baykus o” diyorum, “sisssssssstttt” diyor herkes urpertiyle, “ugursuzluk getirir, sus...”, susuyorum...


Palermo/italya (Prof. Perna), Meksika (Prof. D'Angiolino)

Ben o cocuk-genc kiz aklimla inanmiyorum bir kusun “òlùm” getirebilecegine... Babam da inanmiyor... Cok inancli, Kuran-i Kerim’i ezbere bilen ve cok aydin bir kadin olan babannemin, her turlu batil inanca karsi ciktigini, ugura, yatirlara, nazara inanmak dahil herseyin inanc zayifligindan geldigini soyledigini hatirliyorum...

Roma/Italya (Federico), Moscova/Rusya (Roberto)


Ben o gun karar veriyorum bu kusu sevmeye, ipek kumaslara boyuyorum, batikler yapiyorum, annem onlardan bana elbise dikiyor, uzerimde baykuslarla dolaniyorum, kimseye birsey olmuyor ya da ne olacaksa zaten olmaya devam ediyor...



Londra/Ingiltere, kapi cani (arkada evimizde ayakkabi ile yurumeyin yaziyor)


Gulcin’de inanmiyor kustan gelecek ugursuzluga, asil guzel batikleri o boyuyor, Izmir’deki bir magaza butun katlarda onun batiklerinden yapilmis baykuslarla dekor yapiyor 1 yil boyunca...



Tahta sedef kolye, babam ameliyat olurken (Aylin ), Stockholm/Isvec (tutsuluk)


Arada dogada bir yerlerde karsilasiyoruz, oyle taa gozunun icine bakamiyorum, garip bir derinligi var, cok parlak, cok derin, Iskandinav gollerine benziyor gozleri... Korkmuyorum...



Roma/Italya

35 yildir baykus objeleri biriktiriyorum iste... Bu masallarin akil danisilan bilgic hayvanini, antik Yunan’in Minerva’sini, Hegel’in felsefe sembolunu ama yine de ugursuz yaftasindan kurtulamayan bu guzel canliyi severek,
onun huzunlu yalnizligini,
itilmisligini,
kimsesizligini,
evimin ve hayatimin her parcasinda varligina izin vererek
giderebilirmisim gibi geliyor...

Vilinus/Litvanya (Fatih), duduk

Arkadaslarim da katiliyorlar zamanla bu sevgiye... Koleksiyonum, benim gitme ihtimalim (en azindan “simdilik”) az olan ulkelerden alinmis parcalarla, "gordum aklima geldin" denip te alinmis cok siradan seylerle, "surpriiiz" diye elime verilen paketlerle, biraz da arayarak, bularak genisliyor da genisliyor...


Grotta Perfetta antika pazari/Italya (yaka ignesi)

Bazen olmadik zamanlarda elime geliyor baykus objeler. Amerika’da bir garaj sale’de ustunde sahibinin saclariyla birlikte satilan bir sari taragin altinda kalmis cok orjinal bir parca, Federico’nun yedigi Kinder surprise’den cikan bir oyuncak, herhangi bir magazada, herhangi bir rafta benim olmak uzere bekleyen herhangi birsey...


Stresa, Lago Maggiore /Italya

Badem ezmesinden bile baykusum var benim, arada buzdolabina koyup erimesini engelliyorum...




Sardunya Adasi- Positano (Costiera Amalfitana)- Italya

Burada gordukleriniz evime sacilmis son yillarin parcalari... Cogu kitapligimin uzerinde duruyor... Yani en orijinalleri degiller ama en yeniler...



Birgun cok buyuk bir evde yasadigimizda, geri kalanlarin hepsini kutulardan cikaracagim,




Roma/Italya


aldigim, buldugum, karsilastigim gunu, onlari bana alanlari iyilikle anacagim ve bakalim nasil bir duvara, nasil bir dolaba, nasil bir rafa koyacagim...




Orvieto/Italia- Peru (Gaetano)



Birgun òlecegim elbette...
Kimbilir hangi sebeple...


Istanbul/Turkiye, (Nurcan), Elvira (Venezzuela)


Simdiden sòylùyorum, bugune dek goz goze geldigim baykuslarin bunda hicbir suclari yok...

27 Agustos 2010
.

P.S1: Sizin batil inanclariniz, ya da benzeri korkulariniz var mi? Paylasmak ister misiniz?
.
P.S2: Muzik yok, hypster kendi bildigi bir sebeple kapris yapiyor. Ben oldum olasi kapris cekmem, hic tahammul edemem... Birakirim ne hali varsa gorsun...

siz Ilhan Irem'in yemyesil bir deniz sarkisini soyleyin icinizden bu yaziyi okurken lutfen...

P.S 3: Cigdem'in blogunda, bizim evin hallerinde baykuslarla ve esi Baturhan'in baykus koleksiyonu ile ilgili cok guzel bir yazi var, bir goz atin ona da...
.
P.S 4: *'in hangi siirden soz ettigini bilmeme olasiliginiz var mi?

22 Ağustos 2010 Pazar

ABEM SENI SEVIYOR...* (II)

“Abem seni seviyor!”




“Erkek arkadaş” işi tamamdı! Sıra geldi “Kız arkadaş”a ki bakın o biraz “zor” oldu, zaman aldı!

Aslında bir sürü kız vardı; hepsi alımlı hepsi güzel ancak bize göre değil! Peki nedir “değil olan?” Şuydu ki; bir kere “Kız” dediğin öyle fıkır fıkır olmayacak yerinde duramayan; bir de bütün gün bugün onun arabasında yarın başka arabada gülüp eğlenen, olmaz; mini etekli olmaz; ruj, oje sürmüş olmaz, olmaz da olmaz!

“Peki diyelim ki sen onlardan birini beğendin, onlar seni beğenecek mi?” derdi aklımız, “o da sanki pek olmaz!” derdi yüreğimiz!

“Sen onlara benzemiyorsun ki! Araban yok! Kıçında kot yok! Lacoste’un da yok! En önemlisi ‘Kulüp’e giremezsin, voleybol oynamayı bilmezsin, hiç onların ‘muhabbet’ ortamında bulunmamışsın, konuşmaya kalksan nasıl konuşulacağını bilmezsin; ‘konuştun’ diyelim onlar seni anlamaz! Türkçe’yi konuşamadığından değil, sınıfsal farklılıktan! ‘Emek’le, artı değer’le kimin işi var Moda’da? ‘Eski” bir solcusun ya! Geriye bir tek top oynamak kalıyor az onu bilirsin, bak orada toprak bir saha var içinde de top oynayan kızlar!”

Vallah da vardı billah da vardı hem de Türkiye’nin ilk kız futbol takımı! İçlerinde de “ağır” mı “ağır” güzel mi güzel bir kız; tam da bizim “istediğimiz kız!” Ancak ağzımızda dilimiz var ama kızla konuşamıyoruz! “En iyisi uzaktan uzağa sevmek!” dedik öyle de yaptık!




Geçen yıllarda bir akşamüstü gördük onu Kadıköy İskele’de, Moda dolmuşu bekliyordu, kuyrukta… Hiç değişmemiş! Sanki antrenman yapmış da top peşinde koşturmuş kıyasıya, öylesine yorgun; dinlenmek için Moda’ya çıkıyor, gelip Lozan’ın üstündeki çay bahçesinde oturacak! Biz de karşı kaldırımdan bir yere geçip göz ucuyla süzeceğiz güzelliğini ya da sonbahar mevsimlerden, serin ortalık, Cafe Farlev’in kışlık yerinde oturuyor; biz ocaktayız tost yapıp, çay demliyoruz, hafta sonları da “çikifte” yoğuruyoruz müşteriye ama aklımız onda, sütunların arkasından ara ara bakıyoruz güzelliğine!

Baktık olmuyor, fazlaca canımız yanıyor “Herkesin kız arkadaşı var bizim niye yok?”dedik kendi kendimize ki yine cevabı yüreğimizden geldi der ki, “Derdini anlatmazsan derman bulamazsın!” Anlaşıldı gidilecek ve konuşulacak.

Bir gün konuşmak için kızdan “müsaade” istedi kardeşimiz Cafe Farlev’de, ki kendi mekanıydı, kız da “anlayış” gösterdi kendisine, masada yerimizi aldık bizim adımıza kızla konuştu, “Abem seni seviyor! Ancak niyeti ciddi, seninle evlenmek istiyor!” dedi.





Yüzümüzün şekli şemalini şimdi hatırlamıyoruz lakin kızın yüzündeki ifade o günden sonra bir daha gözümüzün önünden gitmedi! Anladık ki buralarda araya kardeşten elçiler koymamak lazım!

3/ Huylu huyundan vazgeçer mi?


Geçmedik!

Bir gün “cafemiz” e bir kız grubu geldi yaşları da on yedi bilemediniz on sekiz çok çok on dokuzunda varlar, yoklar! O zamanlar biraz para kazanmaya başlamış kardeşimiz; ekmek teknesinin elini ayağını düzeltmiş sünger geçirdiği sandalyeleri atmış yerine adam akıllı “cafe” sandalyeleri ısmarlamış, bir de köşelere beyaz deriden geniş divanlar yaptırmış!

Kızlar geldi divanlardan birine oturdu. Garson yanlarına gitti, siparişleri aldı, servis yaptı. Onlar da kaldıkları yerden başladılar kıkırdaşmaya! Biz her zamanki ciddiyetimizle kasanın başında oturuyoruz; önümüzde bir telefon, çay kahve bil umum içecek markaları var, garsonların gidiş gelişlerini, müşterilere davranışlarını, servislerini kontrol altında tutmaya çalışıyoruz ki patron yok ama biz patron ciddiyetindeyiz! Bir yanda da kızların bu önlenemez neşelerini seyre dalmışız, ki bizde kızlar kadınlar bu kadar neşeli ve şen şakrak olmaz garipsiyoruz bir yandan da kızları kesiyoruz!

İçlerinden biri, ciddi hatta biraz fazla “ciddi” olan fazla ilgimizi çekti. İlgilendikçe daha daha çok dikkatimizi çekti sonunda aşık olduk!

Aşık olunca insan, birilerine derdini anlatmalı yoksa içine atar ki kötüdür, o hal iflah etmez adamı!

Biz de öyle yaptık, bu işleri “iyi bilen”, neredeyse bütün Moda’daki kızları erkekleri, yedi göbeklerine kadar sayan, Ermeni bir arkadaşımıza durumu çıtlattık! “Yooo o senin bildiğin kızlardan değildir!” dedi, biz de bizim bildiğimizin ne olduğunu sorduk?

Anlaşıldı ki o kız öyle “gönül eğlendirilecek kızlar”dan değilmiş! Eee iyi de bizim gönül eğlendirmek istediğimizi kim söyledi?

Hemen niyetimizin ciddiyetini ortaya koyduk, savunduk fikirlerimizi ki cevap bekleriz tez elden! Nitekim cevap bir ertesi gün geldi tez vakit sayılır, ki “Olmaz”mış!

Yalnız niye “Olmaz”, belli değil! Halbuki bizim memlekette bir kızı bir oğlana isteseniz mutlak bir yanıt gelir; “Oğlanın işi gücü yok!”, “Kızın yaşı küçük, dur anam daha vakti değil!” derler. Tamam bizim de işimiz yok tamam kızın da yaşı küçük ama bunların hiçbiri neden değil, belirtilmemiş!

Neden olmayınca aldı bizi bir düşünce ki yusubututanlar gibiyiz, ki onlara burada kumru diyorlar ikisi de aynı kapıya çıkıyor! İkisi de de arpacı kumrusu gibi düşünüyorlar! Bizim halimiz kumrularla örtüşüyor!

Durun daha bitmedi!


4/ Kınıfırdan, orkideye…


Biz o güne kadar, bir gülü bir de kınıfırı bilirdik, ki ikisi de teneke saksılarda yetişir ve de çok güzel kokar ancak nereden bilecektik ki kokmayan gül ve de kınıfır var; üstelik kınıfıra kınıfır demiyor İstanbullular, burada adı karanfil!

İşte o gün yani yani aşık’ken biz “Artık bir işin olsun!” dedi kardeşimiz karar verdiği gün de kendi adımıza, kendimizi bir dükkanda bulduk daha doğrusu neredeyse arkamızdan içine itildik.

Bizim “cin fikirli” kardeşimiz, sağda solda boş battal dolaşacağımıza bir de kafamız dumanlı aşıkken, bir işimiz olsun istemiş bizim adımıza bize rağmen bir çiçekçi dükkanı açmaya karar vermiş.

Bizi götürdü dükkana ki, “hadi bil bakalım burada ne iş yapacağız?” der! Gel de bil? İşten anlasak bileceğiz de anlamıyoruz ki!

Sonunda anlaşıldı ki dükkan çiçekçi dükkanı olacak, karar kesin!

Dükkan açıldı ancak kolay iş değil, çiçekçiliği öğrenmek lazım tez elden! Bir kere çiçek alınacak, alacaksın ki satacaksın! Çiçek de mezatta satılıyor; mezat da Beyoğlu’nda Ömer Hayyam’da haftada üç gün pazartesi, çarşamba bir de cuma!

Mezat erkenden açılıyor, sıralardaki koltuklarda yerini alıyorsun, bir adam sahne gibi bir yerde oturuyor; başlıyor önünden geçen bandın üstündeki çiçekleri satmaya; “İstarliçe tane yüz tane yüz; kala var bağı beş yüz; sarı gül, beyaz gül, pembe gül, servi boylu bakaralar; anemon, krizantem, lilyum, iris, hüsnüyusuf, orkide, papatya, margarit! Allah yaratmış çeşit çeşit istemediğin kadar!

Bilir bilmez alıyorduk dükkanımızın ihtiyaçlarını sonra da getirip dükkana çiçekleri temizliyorduk; saplarını kesiyorduk önce güllerin dikenlerini temizliyorduk toprak saksılara yerleştirip boy boy yükseltiyorduk dükkanın vitrininde, hazırlık bitince de geçip dükkanın karşısına seyrediyorduk “Dükkan dükkana çiçekçi dükkanına benziyor mu?” diye!

Bütün bunları yaptık sonra da oturduk müşteri bekledik, arada sıkılınca da dükkanımızın arkasına geçip piknik tüpte çay demledik, pipo yakıp kitap okuduk!

Bir gün hiç beklemediğimiz bir vakitte iki kız peydah oldu dükkanın kapısında içeri girer girmez de “o kız!” o yaştaki çocuk haylazlığıyla “Bu kaç lira?” dedi bir çiçek gösterdi; fiyatını söyledik lakin satın almaya niyetsiz müşteri huysuzluğuyla geldikleri gibi gittiler!

Ancak bizde bir sevinç bir sevinç bir umut ki sormayın gitsin! Sevincin arkası geldi umut gerçekleşti!

Haber geldi ki Ermeni arkadaşımızdan, “Kız tanışmak istiyor!”

Bir şairin kızıymış! Üstelik ülkenin en ünlü şairlerinden birinin… Şiiri bilirdik Nefi’yi hemşerimiz Nabi’yi bilirdik hatta çokça Nazım okumuşluğumuz var ama hiç şair tanımamıştık; aldı mı bizi bir telaş!

Bir haziran günü Moda’da günlük güneşlikken ortalık kızla el sıkıştık, tanıştık! Birkaç söz “kem küm” derken sohbet başladı! Yalnız kız bir entelektüel bir entelektüel!

“Wirginiya Woolf’u bilir misiniz? Romain gray’den söz etmeden geçemem, bayılırım! Şimdi ‘Bağışlanmış Küheylan’ı okuyorum!”

Tamam bizim de kitaplara dair söyleyecek laflarımız var ancak halk kütüphanesinden alıp da okuduğumuz klasiklerin Emil Zola’nın Nana’sı, Jack Landon’ın Vahşete Çağrı’sını bir de “Cuma”yı unutalı yıllar yıllar olmuş, son okuduklarımızdan ise onun haberi yoktu; “Nasıl Yapmalı?, Devlet ve İhtilal, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devlet’in Kökeni”

Yalnız okuduklarımızdan o güne kadar zırnık anlamamış ki anlatalım kıza! Dolayısıyla ilk entelektüel sohbet hüsranla sonuçlandı ama okumaya söz verdik hatta birkaç kitap önermesini hatta “zahmet olmazsa” getirmesini istedik.

Uzatmayalım sonunda kitaplar geldi kitaplar gitti, kızın sohbetinden hoşlandık o da bizimkinden hoşlandı ki sık sık gelip gider oldu sonrasında da hep geldi!

Artık “zaman”ı gelmişti bu sefer yalnız olmanın, kendimiz olmanın, bi cesaret aşkımızı ilan ettik Boğaz’ın kıyısında Tarabya’da, ki kabul gördü mutluyduk!


Mehmet Sarac
-----------------------------------------------------------------------------------------------
P.S: Mehmet, bizimle hayatinin cok onemli , cok ozel bir bir kesitini paylasti. Bu anilar, bir kitabin parcasi, bir roportajin temasi, belki bir filmin senaryosu oldular ya da olacaklar birgun...
.
Blogumu buna deger buldugu icin gercekten cok mutluyum...
.
"abem seni seviyor" diye agabeyine yardim etmeye calisan kardes kim biliyor musunuz?
.
O konusunda unu coktan Turkiye'yi asmis, bu ulkede cok onemli ilklere imza atmis, cok ozel bir insan... Son gerceklestirdigi "ilklerden" biri icin gazeteci soruyor ona, "ikoncanlari alacak misiniz buraya ? .., "Ben canlari alacagim" diyor cevap olarak...
.
Bu roportaji gazetede gercekten gozlerim dolarak okudum... (cumartesi Vatan gazetesi).
.
P.S2: Fotograflar yine Mehmet'in objektifinden, sarki bu kez kucuk kardes icin...
.
.
23 Agustos 2010

20 Ağustos 2010 Cuma

ISTANBUL SEVDALISI BIR URFALI... MEHMET SARAC...



Bazi insanlari anlatamazsiniz oyle kolayca... Genc bir omre, bir kac omur sigdirarak yasamayi basarabilenleri, ustelik te bunu cok siradan bir seymiscesine yapanlari hic anlatamazsiniz...

Onlar da kendilerini anlat-a-mazlar... Gecistirirler oyle 4 satirla yillari kendi yazdiklari ozgecmislerinde...

ilk, orta ve liseyi Urfa’da bitirdi.
İstanbul ve Ankara’da hukuk okudu. Ikisi de yarim kaldi!
Uzun yillar gazetecilik ve medya danismanligi yapti, simdilerde ise tv’yi ogrenmeye calisiyor.
Boyu kadar kizi, “Canlarina Degsin” adli bir kitabi, yemek ve tarih meraki var!
Firsat buldukca da fotograf cekiyor...


diyor iste Mehmet de, kendini anlatirken... “Bu kadar mi diyorum ?” ilk okudugumda, “cok yazmisim galiba” diyor cevap olarak...

Onu tanidim sandikca, aciliyor onumde sayfalar, hepsi bir oncekinden farkli, bir oncekinden renkli...

Bildikce daha cok merak ettigim, tanidikca ne kadar az biliyorum dedigim bir kisi o...

Sade, yalin, gercek anlayana...
Durustlugu can yakacak kadar ciddi...
Eglenceli, cok ironik, cok inatci, nuh deyip peygamber demeyenlerden, gecmisine bagli, gelecege acik, tanidigim en iyi babalardan biri, cok keyifli bir erkek, cok iyi bir dost, ayni zamanda...

Hani “babalar boyle olur” diye kendini savundugu o gobegi olmasa, inanilmaz mutfak kulturuyle, yemek pisirme tutkusuyla, “mutfaktaki yakisiklilardan biri”, bir yemek arastirmacisi, bir kultur takipcisi ve artik bir bulut sevdalisi ayni zamanda...
Simdilerde Istanbul'un arkasinda, tarihin ve yemeklerin ara sokaklarinda...

“kizlar” diye seslendigi kadin okurlari cogunlukta olan iki cok ozel blogun, gecen yil cikan en iyi kitaplardan biri olan Canlarina Degsin adli ani-arastirma kitabinin da yazari...

Sevdigim, onemsedigim, ciddiye aldigim bir erkek...

Arkadasim Mehmet Sarac... Bugun konugum... Kendi oykusuyle... Iki bolum halinde yayinlayacagim ve arkasi gelsin diye bekleyecegiz...

Sevgili Mehmet, ne iyi ettin de geldin... Soylememe gerek var mi, Istanbul'da arkadassiz kalirsan birgun yine, o zaman Roma'ya gel, soz yemekleri sen pisireceksin... ;-)

20 Agustos 2010’Roma

P.S: Fotograflar Mehmet'ten, sarki Mehmet icin...

------------------------------------------------------------------------------------------------

1/ İstanbul’da arkadaşsız olmak!


Hani kitaplarda yazar ya Adem’le Havva cennetteymiş, keyifleri de yerindeymiş; Allah onlara “Bu yasak ağacın meyvelerinden yemeyin de ne yerseniz yiyin!” demiş ama yılan Havva’nın aklını çelmiş, Adem’e yasak ağacın meyvesini yedirmiş, kovulmuşlar cennetten, inmişler yeryüzüne; derler ki işte o indikleri yer Urfa’dır, ayıptır söylemesi biz onların soyundan geliriz!

Ancak bizim derdimiz şimdi kalkıp da atalarımızın yaptıkları işleri sıralamak, yedi göbeğini saymak, Göbeklitepe’den başlamak, neredeyse on beş bin yıl öncesiyle gururlanmak değil! Bizim derdimiz kendi hikayemiz… Çünkü insan kendi hikayesini anlatsa romana ne gerek var al sana roman!

Allah, Adem’le Havva’yı cennetinden kovmuş ya; babamız da haşa huzurdan evimizin “Allahı”ydı, gün geldi bizi “kendi cennet”inden kovdu! Gerekçesi de yeterince büyümüştük kendi kanatlarımızla uçma vaktimiz gelmiş! Yoksa ne mümkün onun “yasak” dediği şeye elimizi sürmek...

Kovulunca bir tuhaf oluyor insan! Hele ki cennetten kovulmuşsa hele ki gelinen yer cehennemse!

Geldik; geldik ama ne o bizi tanır ne de zaten “Gel, aman yüzünü göreyim” demişliği var, tebelleş olduk, geliş o geliş!

Pek yüz vermedi ilk zamanlar! Her gördüğünde başını çevirip yolunu değiştirdi; sırnaştık yüz vermedi; ısrarcı olduk aldırmadı; iç çektik “bana mısın?” demedi; hiç mi sevmedi? Sevdi sevmesine ama biraz geç sevdi!

Şimdilerde, ki kırk yıl oldu, “Dönelim!” deriz, artık ne mümkün? Gemilerini yakmış kaptan edasıyla dolanıp dururuz ortalıkta…

“Ortalık” dediğimize de bakmayın lafın gelişi, biraz burukluktan çokça kuyruk acısından yoksa bir büyülü kenttir o! Tepeleri var, ilk yedi taneymiş şimdi çok çok; denizleri var yan yana hatta birbirinin içinden akar; öyle böyle değil suyu kuvvetli, manzarası dehşetli; krallar, padişahlar, sultanlar yaşamış yarımadasında, sarayları var dillere destan; camiler, minareler her yan; esirgenmiş kiliseler, sinagoglar da kalmış; semtleri var adları köy köy, ha bir de canım Vaniköy; içlerinde insanlar güzel insanlar; iyisi de var kötüsü de!

Bir de biz varız şah’tı şahbaz oldu lalezarımız!

Soyumuz Adem’le Havva’ya dayalı ya ondan her hal ilk zamanlar hep yalnızdık bu kentte ancak zorumuza giderdi yalnız olmak!

Melek gibi arkadaşlarımız vardı “cennet”te; elim sende oynardık, çelik çomak, gülle; ya top hele top, az mı oynadık sokak aralarında, cami avlularında, toz toprak meydanlarda; az biraz büyüdük saz çaldı becerenlerimiz, türkü söyledi “he canım!” diyenimiz; mekteplerde arkadaşlarımız oldu, birlikte sevdik, sevildik lafın kısası hiç arkadaşız kalmadık.

Geldik öyle mi? Sen ben bir de bizim oğlan, erkek kardeşimiz; bir de arkadaşımız, onu da gelirken memleketten getirmişiz! Arkadaşımız az biraz dayandı, kaldı buralarda bize arkadaşlık etti sonra da aldı başını gitti, bir daha da gelmedi!

Kaldık mı arkadaşsız üstelik de Moda’da! Moda’da hiç arkadaşsız olur mu?

Evimiz bahçe katı üst kat komşumuzu tanımayız ama ondan sonrası bir cumhurbaşkanı! Ola ola bir cumhurbaşkanına komşu olmuşuz nerden bilelim? Yıllarca ne yüzünü gördük ne sesini duyduk! Cumhurbaşkanı ile arkadaş olunur mu?

Olunmadı tabii kaldık mı yine Moda’da arkadaşız!

Hadi diyelim sokağa çıktın, bizden başka herkes arkadaş, herkesin bir ya da birkaç tanesi var… Arkadaşlar yan yana dizili çay bahçelerinde! Geliyor sabahtan akşama kızlar oğlanlar; çay kahve, bir de sıklıkla ya Çamlıca Gazozu ya Cola içiyorlar!

Kıçlarında “kot” pantolon, üstünde “orijinal” Lacoste! Başlıyor “Lacoste nasıl yıkanır, kot pantolon nerden alınır?” tartışmaları sonra bir gece öncenin disko değerlendirmeleri, ardından da güne geçiliyor…

Ha bir de arabaları var bu arkadaşların her birinde bir tane, olmayan da olanın arabasında geziniyor. Sıkıldılar diyelim oturmaktan, “Baba Fener’e gidelim mi?” Hadi arabalara Fenerbahçe’ye gidiliyor.

Tur Lozan’dan başlıyor, Burun’dan dönülüyor, Kulüp, oradan Bomonti, bas gaza Fenerbahçe, Bağdat Caddesi; dön yeniden gel Dondurmacı Ali, Tenis Kortu, Kemalin Yeri!

Sıkıldıklarında arkadaşlar ya Deniz Kulübü’ne gider “raf”tan denize girmeye ya da voleybol oynamak için Lozan’a­ inerlerdi; gözümüzün önünden akıp giderdi “arkadaşlar!”

Akşam olunca herkes evinin sofrasına zeytinyağlılara, hünkar beğendilere, kabak kalyelere giderdi ya da ana babaları, “kulüp”e yemeğe çağırırdı, lüfer’e!

Öyle böyle günler geçti, haftalar ayları kovaladı sonunda bizim de iki arkadaşımız oldu hem de en “iyisi”nden! Ancak arkadaşlarımızı biz seçmedik onlar geldi arkadaş oldu biz de, “Niye?” demedik; bulmuşuz “arkadaş”ı niyesi mi kalmış!

İki arkadaşımızın ikisi de araba hastası iki de arabaları var; kırmızı Corvet, beyaz 124! Bizimse bırakın arabayı hastalığı, neredeyse arabaya binmişliğimiz yok! Nereden gelip nereye gidersek yayan yürümeye alışığız! Arkadaşlar soruyor, “Peki neye binerdiniz köyde?” Soru açık anlamını anlıyoruz, ‘Yok hiç deveye, eşeğe de binmedik hem köyde de büyümedik!” diyoruz bu kez arkadaşların akılları almıyor, “devesiz eşeksiz bir köy hayatını!”

Neyse!

Artık bizim de arkadaşlarımız vardı biz de arkadaşlarımızın arabalarına biniyorduk; biz de “tur” atıyorduk Moda’da. Yalnız bu “özel” arabalara inip binmesini bilmediğimizden o canım kırmızı Corvet’in o kocaman kapısını zapt edemeyip kaldırımlara vururduk çoğunlukla ya da o mini minnacık beyaz 124’ün içindeki müzik düzenine şaşıp şaşıp kalırdık! Ancak “Barış değil mi? Kol Düğmeleri!” dediğimizde bu kez onlar şaşardı “müzik bilgimiz”e ama kimse kimsenin şaşkınlığını dert etmezdi, arkadaştık!

Geceleri artık biz de çıkıyorduk arkadaşlarla Moda’ya sonra ver elini Fenerbahçe, zulamızda birkaç şişe bira; gece yarısı oldu “acıktık!” diyelim hadi Kristal’e “hamburger”e; artık biz de sabahlıyorduk arabalarda.

Eee her zaman arkadaşların arabalarında gezmek olmaz, gezmelerin karşılığını vermek lazım öyle öğretti öğreten ama bizde verecek bir tek yemek var o da Urfa işi! O yemeği de yerde yiyoruz yer sofrasında!

Birkaç balcan, onlar “patlıcan” diyor, birkaç frengi, onlar “domates” diyor, çokça acı isodu, onlar buna da “biber” diyor; dilimliyorduk önce boylamasına sonra enine; yani balcan kavurduk diyelim alüminyum tavada; ya da yerde fırın tepsisinin içinde yımırtalı kifte yoğurduk, bak bunu hiç bilmiyorlar işte, bildikleri çikifte ona da “çiğköfte” diyorlar; fırına et attık misal, kuzu kıyması, etrafında dilim dilim dizili frenkler, acı isot, yemek için bir tek açık ekmek lazım o da yok Moda’da; kala kala balcan kavurmasına “somun” kalıyordu ki, onlar “ekmek!” diyor, nimete!

Yemek yerde yenir değil mi? Yok o da öyle değilmiş “yemek hem de yerlerde iki büklüm yenmez!”miş…

Şimdi kalkıp gelmişiz ya memleketten? Hoş gelmiş sefa gelmişiz; gelmişiz ama daha yerden kalkamamışız “sosyolojik evrimimizi tamamlayamamışız” öyle derdi arkadaşlar!

“Yemek masada yenirmiş!” Tamam hiç de hayatımızda masa görmemiş değiliz, bizim de evimizde masa vardı, dört ayaklı, biz de arada sırada üstünde yerdik yediklerimizi ama çoğunlukla değil.

Neden? Çünkü genetik miras! Atalarımız bin yıllardır yere sofra sermiş öyle yemiş!

Urfa ya sıcaktır ya da soğuk; yazın sıcaksa yere yakın olursun yer serin; kışın soğuksa halıya, kilime, sobaya, mangala yakın olursun sıcak; zaten baharda yere serilmeyip boylu boyunca nahit taşa, yatmayanın aklına şaşarız; sonbaharsa iki arada bir derededir, neresi olsa orda yersin!

Şimdi bu miras iki günde reddedilir mi? Bir de üstelik parasız pulsuzsan yerde yemek en iyisidir. Serersin yere yer sofrası niyetine iki gazete parçası, üstüne birkaç tabak birkaç dilim de ekmek attın mı sorarlar adama “Hani nerede kaşık, çatal, bıçak?” Yok o kadar da demedik! Kaşığı, çatalı az biliyoruz da bıçakla işimiz hiç olmaz! Niye?

Niyesi şu ki, yemekten önce elini yıkarsın suyla sabunla sonra yemek çikifte, tepsi kebabı, sögürme’yse sözgelimi yuha ekmekten ya da açık ekmekten bir küçük dilim koparırsın, baş, işaret ve orta parmağına alırsın gözüne kestirdiğin lokmanın üstüne kor döndürür ağzına atarsın; büyük ustalık ister bu yeme biçimi, doğru dürüst yersen elin kirlenmez; ha baktın yemek sulu diyelim sukabağı, boranı, taze fasulye, bamya var yemek olarak, zaten o zaman da kaşıkla yersin eşek değilsin ya! Yani çatala bıçağa gerek olmaz! Zaten kıymalının, ağzı açığın, ağzı yumuğun çatalla bıçakla yenildiği nerede görülmüş?

“Zavallı” arkadaşlarımız bu yeme biçimimize şaşıp şaşıp kalırdı ama yere bağdaş kurup oturmaya ise hiç alışamadılar! Ancak akşam oldu mu sofralarından kaçıp kaçıp bize gelirlerdi. Zaten, “Baba, hani o bi patlıcan bi et olan yemekten yapsana, yanına da sulu salatadan” dediler mi anlardık ki tepsi kebabı istiyorlar yanına da bostana!

Derler ya, “Arkadaş arkadaşa benzer”, bizim arkadaşlarımız da bize benzerdi, hiç altta kalmazlardı. Akşam bizde yemekteyseler öğlen biz annelerinin sofralarında olurduk… Yoksa başka nerede tadacaktık böbrek, yürek ızgarasını, pirzolayı; zeytinyağlı fasulyeyi, enginarı, domatesli pilavı?

Anneleri sorardı, “Aaa hiç zeytinyağlı fasulye pişirmez misiniz?” “Yok teyze!” derdik, “Biz etli fasulye pişiririz, fasulyeleri de önce enine üçe dörde böleriz sonra boyuna, ikiye; et de kuzu eti ama yağlı olsa iyi olur!”

“Hımm” derdi teyzeler, çocuklarıyla arkadaştık!

12 Ağustos 2010 Perşembe

AHLAT AGACI (II)


Büyük bir gürültü ile uyandığımda, şehir üstüme yıkılıyor sandım. Çalkalanan tekne yan yatınca, ağlarla birlikte suya kayıverdim. Ağlara takılan muşambamın düğmesi beni ağır ağlarla birlikte denizin derinliklerine doğru çekiyordu. İçgüdüsel olarak düğmeyi koparıp, sudan ağırlaşmış giysilerimle ağır ağır, bir çöp gibi suyun üzerine çıktım. Ağzım tuzlu su doluydu.Teknenin ıskarmozuna yapışmışım. Diğer elimde ise nasıl nereden bulduğumu anımsayamadığım yırtık hasır şapkam vardı. Yırtık hasır şapkamı, yarısına kadar su dolmuş teknenin içine fırlattım. Teknenin içinde yüzen; takım sandığı, faraş tahtaları ve kovanın arasına o da katıldı. Zar zor tekneye tırmanırken, tekne üzerime kapaklanacak gibi oldu. Denizin sularından, teknenin sularına geçtiğim zaman, hala ne olup bittiğini anlayamamıştım. Kafamı kaldırınca, karanlık bir şehir gibi ağır ağır uzaklaşan, kocaman petrol tankerini gördüm. Hemen, kestiğim demir ipinin ucunu bulup, faraş tahtalarını ve ıslak muşambalarımı bağlayıp suya attım. Geniş yüzeyleri sayesinde su tutan bu nesneler, yüzen bir çapa görevi yapıp, teknenin başını rüzgara çevirip dalgaların tekneyi batırma tehlikesini azalttı. Kovaya yapışıp, teknenin suyunu boşaltmaya başladım. Dalgalar, kova ile boşalttığım suyun bir kısmını tekrar içeri atıyordu. Durum, matematik derslerinde öğretilen havuz hesaplarına benzese de; ortalıkta suyu dolduran ve boşaltan düzenli musluklar yoktu.

Sırılsıklam bir haldeydim. Bitmeyen hayatımın bu oyununu merak etmeye başladım. Şiir gibi bir ölüm düşünmüş, becerememiş, tekrar kavganın gürültünün ayakta kalma mücadelesinin ortasına düşmüştüm. Bu mücadele hoşuma gitti. Böyle bir mücadelenin içinde ölmek kaybetmek değildi.

Karanlık tepelerin ardından gökyüzü ağırmaya başladı. Rüzgar da durmuştu. İleride kara gözüküyordu. Her tarafım sırılsıklam, titreyen bir halde, kürekleri ıskarmozlara takıp, kıyıya doğru gıcırtılarla çekmeye başladım.

Çürüyen yosunların kapladığı kumsalda martı sürüleri uyuyorlardı. Tekneyi renkli çakıl taşlarının üzerine çekerken çıkardığım gürültüden ürküp havalandılar, gökyüzünde papatyalar açmıştı. Sol traftaki iri ahlat ağacının altına gidip kendimi yere yüzükoyun bıraktım.




Kocası, şehir yaşamında çok çalışmış, çok paralar kazanmış, çok yorulmuştu. Dünya’nın ve memleketin gidişatı hiç bir zaman güven vermemiş; kendini hep gerektiğinden fazlasına sahip olmaya zorlamıştı. Bu yaşam tarzından geriye, uyuşturucuya bağlı bir çocuk, yüksek tansiyon ve iki enfarktüs kalmıştı. Karısı onu yaşamı boyunca hiç yalnız bırakmamış, zor günlerinde hep yanında olmuş, ne hayallerle bitirdiği güzel sanatlar akademisi resim bölümünde öğrendiklerini, kocası ve çocuğu arasında koştururken kullanamamış; yağlı boyaları, fırçaları, resim sehpaları, tuvalleri bir dolabın derinliklerinde kaybolmuş, ama o akademi günlerini ve hayallerini unutamamıştı.

Kocası, artık şehirden ayrılıp deniz kenarında küçük bir kasabaya yerleşip, sakin bir hayat yaşamayı önerdiğinde; kocasının, bahçesinde domatesler, biberler, patlıcanlar, yeşil marullar, taze soğanlar, kırmızı turplar, toprağı eşeleyen tavuklar ve horozlar hayalleri arasına o da resim tuvallerini ve boyalarını koymuş, kocasının önerisini hemen kabul etmişti.

Deniz kenarında, yeni gelişen bu kasabada, bahçeli geniş bir ev satın almışlar, bahçeye meyve ağaçları dikmişler ama iri ahlat ağacına dokunmayıp yeşil parlak yaprakları, acı meyveleri ile öylece bırakmışlardı. Kocası bu kasaba yaşamında gençleşmiş, sabahları erkenden kalkıp bahçeye çeki düzen vermeye, yeni fideler ekip, ürünler almaya başlamıştı. Kadının işi zordu. Akademide iyi bir hocanın atölyesine devam edip, iyi bir öğrencisi olmuştu. Şimdi bu balıkçı kasabasında ne resmi yapacağını, yaptıklarının ne işe yarayacağını kestiremeyip şaşırmıştı. Oysa, ondan daha yeteneksiz dönem arkadaşları alıp başlarını ilerlemişler, ülkenin önde gelen sanatçıları olmuşlardı.

Kadın, bu arkadaşlarının vardıkları yerden başlayamazdı. Üzerinde büyük bir baskı hissediyor, resmedecek konu bulamıyor, fırçalar elinden kayıyor, tuvaller boya tutmuyorlardı. Bütün gün, bahçede küçücük uğraşlarla mutlu olan kocasını birazda imrenerek izliyor, ama kendisi küçük resimlerle mutlu olamıyacağını biliyordu. Kocası çalışmış çabalamış, kazandıkları ile ailesine iyi bir hayat yaşatmış ve en sonunda çabalarının bir sonucu olarak aileye böyle huzurlu bir yaşam olanağı sunmuştu. Oysa kadının yaşamı, ev hayatı içinde bir gölge gibi geçmiş, tek oğlunu doğru dürüst yetiştirememe duygusu altında ezilmiş, hatta babadan kalan mirası kocasının iş hayatı içinde eriyip gitmiş, ortalıkta görünen hiçbir şeyin altında imzası olmamıştı. Şimdi böyle bir imzayı yakalamaya çalışıyor, ama kaybettiği zaman buna izin vermiyordu.

Güzel bir ekim ayıydı. Bahçedeki ağaçların yaprakları yavaş yavaş sararmaya ve dökülmeye başlamışlar; domatesler, biberler, patlıcanlar kurumuş; çitlerin kenarındaki krizantemler renk renk çiçeklenmişlerdi. Kocası, kuruyan bitkileri söküp çıkarıyor, toprağı belleyip havalandırıyor, açtığı yeni arklara taze soğan, kıvırcık marul, turp, lahana ve pırasa ekiyordu. Kadın da kuru bitkileri ve yaprakları toplayıp ahlat ağacının altında yaktı. İri alevlerle yanan ateşten gri dumanlar yükselirken, kadının içinden bu dumanlarla, şehirdeki akademi günlerindeki arkadaşlarıyla konuşmak, derdini anlatmak geçti. Renk renk boyalarla anlatamadıklarını bu kocaman gri dumanlarla nasıl anlatırdı ki?

Gidip ahlat ağacına yaslanıp, başkalarına anlatabileceği bir şeyler düşünmeye başladı. Aklına hiç bir şey gelmiyor, kime ne anlatacağını bilemiyordu. İçinden ağlamak geliyor, ama yaşamından mutlu olan kocasını üzmek istemiyordu. Gözleri yaşardı. Ayağa kalkıp, eve doğru yürüdü. Kapıdan içeriye adımını atınca kendini tutamayıp boşaldı. İki gözü iki çeşme ağlıyordu. Banyoya girip, sırtından beyaz gömleğini çıkarıp askıya astı. Tam duşa girecekti ki, bir zamanların o güzel vücudu ile aynada yüzyüze geldi. Kilolar almış, göğüsleri sarkmış, yüzü kırışmış, saçları ağarmış; bütün bunların karşılığında zengin bir evin şımarık bir köpeği gibi sadece yaşamış; yaşamına bir anlam katamamıştı. Birden gözüne, askıdaki, isli ahlat ağacına yaslandığında kirlettiği, beyaz gömleği takıldı. Bu gömleğin üzerinde harfler ve bir hayat hikayesi basılmıştı. Aynanın karşısında öylece kalıp yukarıdaki satırları okumaya başladı. Sonra koşup ahlat ağacının gövdesine gitti. Ahlat ağacına kazınmış hikayenin devamını buldu.

Gerçek hikayeler, soyunarak yaşanılanlardan ve soyunarak okunanlardan ibaretti. Eğer, bu hikayenin devamını merak ederseniz, gidip o ahlat ağacının altında bir ateş yakın. Beyaz gömleğinizle ahlat ağacının gövdesine yaslanın. Sonra bir aynanın karşında soyunup kendi öykünüzü tersten, gömleğinizin üzerindeki balıkçının öyküsünün devamını düz olarak okuyun.

Fatih Mika
8 Ağustos Ischia



11 Ağustos 2010 Çarşamba

FATIH MIKA BU KEZ BIR OYKUYLE KONUGUM...

Fatih Mika, gravur sanatcisi... Roma Guzel Sanatlar Akademisinde ogretim uyesi... Ambra'nin babasi... Iyi bir arkadas...
Gravur sanatciligina, ve siir yazarligina, bir suredir oykuler de ekledi...
Fatih, tanidigim en ilginc insanlardan biridir... Bitkiler yetistirir, guzel yemekler yapar, en ilginc dogum gunu hediyelerini o verir Federico'ya, tursular kurar, soya filizi yetistirmek icin kavanozlar icad eder...
Bize gelirken hep eli kolu dolu dolu gelir...

Iste bugun de ellerinde bir oykuyle geldi bana... Iki bolum halinde yayinlayacagim... Oykudeki ince kurguyu, tek tek islenmis detaylari, sanki gozunuzun onundelermiscesine size anlatilan ayrintilari sevecek, dusunerek ve sasirararak okuyacaksiniz... Ustelik Fatih'in gravurleri esliginde...

Tesekkurler Fatih, geldigin ve paylastigin icin...

11 Agustos 2010'Roma

-------------------------------------------------------------------------------------------------

AHLAT AGACI (I.Bolum)

Akşamüstü kuvvetlenen poyrazın köpüklenen dalgaları, denizi kıyıdan uzaklaştırıyordu. Ben de, bu poyraz ve denizin dalgalarına karışıp, topraktan kopmak istiyordum.

Toprak üzerinde iyi kötü bir yaşamım olmuş. Sevmiş, sevilmiş; aldatmış, aldatılmış; üzmüş, üzülmüş; kavgalar etmiş, yenmiş ve yenilmiştim. Ama, en güzel anlarım, toprak üzerinde değil de denizde olmuştu.

Üzerimde fırtınalar kopmuş, köpüklü dalgalarla boğuşmuş, yazları güneş ve tuzlu su derimi çatlatıp kırıştırmış; kışları buzlu sular ellerimi şişirip morartmış; hiç balık tutamayıp eve aç karnına dönmüş; çok balık tutup satamamış, ama bir şekilde yaşamımı devam ettirmiştim.

Takım sandığını, petromax lüx lambasını, muşambalarımı, yedek benzin bidonunu, bir şişe su, bir ekmek, beyaz peynir ve küçük bir karpuzu başaltına yerleştirdim. İskeleye bağlı tekneyi çözüp; yağmurun, güneşin ve tuzun ova ova beyazlaştırdığı iskele kalaslarını elimle ittim. İskelenin üzerindeki köpeğim Çiko; iskele ile birlikte sanki onu da itmişim gibi alınıp, sırtını bana döndü.

Dümene yekeyi taktım. Dokuz beygirlik Köhler marka motorumun volanına kaytanı dolayıp çektim. Motor pata pata pat çalışmaya başladı. Şaftın ucundaki pervanenin ittiği sular, arkamda küçük girdaplar bırakıyorlardı. Dereden çıkıp, denize açılmaya başladım. Karadan uzaklaştıkça poyraz kendini hissettiriyor, dalgalar gittikçe irileşiyorlardı. Arkamda kıyı belirsizleşiyor, detayları kaybolan tepelerdeki evlerin pencereleri, batan güneşin kırmızı ışıklarını gizli sırlar gibi uzaklara yansıtıyorlardı.

Motoru durdurup, çapari takımını suya bıraktım. Parmağımın ucundaki misina ile değişik sularda istavritleri arıyor, takımı oynatıyor, iskandil dibe vuruncaya kadar misinayı bırakıyordum. Ama tık yoktu, sanki deniz boşalmıştı. Neden sonra, zar zor yirmi-yirmibeş parça istavriti livara atabilmiştim. İstavritin az olması umutlarımı arttırmış, bu akşam çok lüfer tutacağımı düşünmeye başlamıştım.

Motoru çalıştırıp yekenin başına geçtim. Dalgalara göğüs gere gere ilerleyen teknenin başı, bir dalganın üzerinde yükselip, diğer dalganın üzerine kapaklanıyor, teknenin yardığı suları, poyraz bir kırbaç gibi yüzüme çarpıyordu. Kıyıya yaklaşınca, rüzgaraltına girdim. Ortalık biraz sakinleşti. Dokuz-on kulaç sulara gelince demiri suya attım. Demir ipine kalama verdikten sonra, ipi teknenin başına düğümledim.

Sonra takım sandığını açıp bir parça bezi ve civa şişesini elime aldım, bez parçasının üzerine civa serpiştirdim. Civa taneleri bezin kıvrımları arasında koşuşturuyor, birleşip daha büyük taneler oluşturuyor, tekne çalkalandıkça tekrar ayrışıp küçük damlalar haline dönüyorlardı. Zogaları civalarla ova ova parlattım.

Küçük kepçe ile livardan aldığım istavrit çırpınıyor, daha sonra bu çırpınma bitmez tükenmez bir titremeye dönüşüyor, kepçenin ıslak ağlarındaki suları her tarafa sıçratıyordu. İstavriti yem tahtasının üzerine yatırdığım zaman bir iki defa daha çırpınmaya çalıştı, ama üzerine kapanan sol elimin altında yapacağı pek bir şeyi kalmamıştı. İki tarafından kestiğim etleri, iki kanlı yaprak gibi yem tahtasının üzerine, zogaya takılmak üzere koydum. Açık şefaf ağzı, kocaman gözleri, kırmızı solungaçlarının devamında kalan yüzgeç ve kılçıktan ibaret gövdeyi kuyruğundan tutup suya attım. Beyaz bir martı, kendini yükseklerden bırakarak, istavritin kafası ve kılçıklı gövdesinden oluşan akşam yemeğinin üzerine kapaklanıp, sarı gagası ile balık artığını bir çırpıda yutuverdi. Akşam yemeği servisinin devam edip etmeyeceğini merakla bekleyip, teknenin etrafında biraz dolanıp, umudunu kesince uçup uzaklaştı.

Saatler ilerlemeye, kara ile aramıza giren karanlık, şehri benden uzaklaştırmaya başladı. Lüx lambasının camını çıkarıp lüxe yeni bir gömlek takıp pompalamaya başladım. Sonra mavi ispirto ile gömleği yakıp gazyağını açtım. Gömleğin üzerine püsküren gazyağı, uğuldayarak yanmaya başladı. Lüxü teknenin kenarındaki tahtadaki çiviye astım. Simsiyah denizin ortasındaki bu beyaz ışık; küpeştelerin, küreklerin, ağların, oturak tahtasının kenar çizgilerini aydınlatıp, sonra yavaş yavaş siyahın derinliklerinde kayboluyor, küçücük tekne, tek tablolu barok bir tapınağa benziyordu.

Suyun parlayan yüzeyinde, ışığın çekim gücüne kapılıp gelmiş deniz kurtları ve böcekleri oynaşıyor; küçük balıklar karanlıkların içinden bu hayvancıklara saldırılar düzenleyip, tekrar karanlıklarda kayboluyorlardı. Bir camgöz, ışığa bir başından girip, salına salına diğer başından çıkıp kayboldu.

Benim zoganın ucundaki yemi, küçük balıklar bir mors alfabesi gibi didikliyorlardı. Tıkırtılar bitince yem de bitmiş oluyor, oltayı yukarıya çekip zogaya yeni yem takıyordum. Dipten bir kulaç yukarıda beklettiğim oltada, mors alfabesi ile yapılan önemsiz sohbetler devam ediyor ama ciddi bir sohbeti başlatacak lüferler ortalıkta gözükmüyorlardı.

Zaman, teknenin üzerinde çalkalana çalkalana, düşler kura kura geçiyordu. Birden karanlığın içinden, uzaklardan geçmiş bir geminin iri dalgaları çıka geldiler. Tekne her tarafından sallanmaya, içerde ne varsa yerlerini değiştirmeye başladılar. Lüx lambasının gömleği düştü, ortalık karardı. Karanlıklar içinde takım sandığında bir lüx lambası gömleği bulup, lüxe taktım. Lüxün memesini iğne ile açıp, gömleği mavi ispirto ile yaktım, ardından gazyağını açtım. Altı metrelik küçük sandal, tekrar büyük bir tuval gibi canlandı. Yeniden zogaya yem takıp, takımı suya indirdim. Bu defa olta birden ağırlaştı. Lüfere benzemeyen, çuval gibi bir ağırlıktı bu. Herhalde sular döndü, ben demir ipini yakaladım diye düşünerek misinayı ağır ağır yukarı çekmeye başladım. Ağırlık, demir ipinin aksine yavaş yavaş yukarıya doğru geliyor, içimde umutlar yeşeriyor, dokuz kulaçlık misina bitmek tükenmek bilmiyordu. Birden, kırılan ışıkların içinde, balığın tepsi gibi geniş sırtını görüp, kalkan yakaladım diye umutlandım. Misinayı bir kulaç daha yukarı çekip, vatosun ince dikenli kuyruğunu görüp, lanetler okuyarak, misinayı kesip, vatosu zoga ile birlikte denizin dip sularına gönderdim.
Çiğ düşmeye, herşey sırıksıklam olmaya başladı. Üzerime sarı muşambalarımı giyindim. Bir yandan poyraz hızını arttırıyor, tekne dalgalara kafalar atıp bir koç gibi denizin üzerinde bir sağa bir sola geziniyordu. Lüferler ortalıkta yoktu. Son yem, son lüx gömleği, ve son zoga ile son balığı beklerken; birden bire lüx lambasının gömleği düşüverdi. Ortalık tekrar simsiyah oldu. Kendimi, hayat yolunun sonuna gelmiş hissettim. Aklıma, akşam üstü kayıkhaneden ayrılırken düşündüklerim geldi. “Poyraza, denizin dalgalarına karışmak istiyordum”. Sonra köpeğim Çiko’nun dargın yüzü. Çiko herşeyi hissetmişti. Cebimden kemik saplı çakı bıçağımı çıkarıp, demir ipini kesip, tekneyi, içinde kaybolmak istediğim poyraza ve dalgalara bıraktım.

Gidip kıçüstündeki ağların üzerine uzandım. Siyah gökyüzü tuvalinin üzerinde yıldızlar geziniyorlardı.

Başlarken söz hakkımız olmayan yaşamımızı, istediğimiz zaman bitirme hakkımız olmalıydı.
(....devam edecek)
.
8 Agustos' Ischia

8 Ağustos 2010 Pazar

KADIN UCARIDIR...

“Yarin aksam dogum gununu kutlayacagiz…” diyor Linda telefonda…
.
“Kutlamistik ya, ” diyorum, “insanin kutlanacak yasi arttikca, 40 gun 40 gece kutlamak gerekiyor demekki…” Yoksa gelecek seneki dogum gunumu mu kutlayacagiz simdiden?


“Bana soylememistin o gece dogum gunun oldugunu, ben de unutmustum iste, yarin kutlayacagiz, gece icin giyin” diyor sakin sakin…
.
“Olur” diyorum… Sabah beyaz bir elbiseyle geldigim hastaneden, aksam, siyah ipek saten pantolon, siyah bluz, siyah topuklu sandaletler ile cikiyorum…
.
Trafik olmasin diye dua ederek, ucu ucuna Linda ile randevuma yetisiyorum… “Nereye …?” diye soruyorum, Terme di Caracalla’ya diyor…
“Bir daha soyle” diyorum,
“nereye...?”
.
Gulumsuyor...
.
Iste kutlama diye ben buna derim…
.
Hem de ne kutlama...
.
Linda Norvec’li…
.
Tanidigim en akilli, en duyarli, en akli basinda, en ayaklari yerde insanlardan biri…
.

Bizim bir aile bagimiz vardir ya da artik yoktur, bunun hicbir onemi olmadan suruyor arkadasligimiz yillardir ve WFP (World Food Programme) da calismak uzere Roma’ya gelecegi belli oldugunda cok ama cok seviniyorum…
.
"Muthissin" diyorum, "muthissin"…
.
Linda gunlerce bilet pesinde kosturuyor, siralarda bekliyor, gidiyor, donuyor, tekrar gidiyor, tekrar donuyor ve sonunda cok gormek istedigim “Rigoletto” operasi icin yer buluyor…
.
Terme di Caracalla, 212 yilinda imparator Caracalla’nin istegi uzerine simdi Roma’nin en luks semtlerinden biri olan Aventino’da insa edilmis Roma Imparatorluk hamamlarindan biri…
.
1930’lu yillardan beri de, yaz aylarinda cok kisa sure ile buyuk opera eserlerinin sahnelendigi bir tiyatroya donusuyor.
.
O olaganustu atmosferde, hem de Rigoletto…

Askin, tutkunun, ihanetin, acinin ve intikamin zengin muzikal oykusu…
.
Victor Hugo’nun LE ROI S’AMUSE (kral egleniyor) eserine bagli kalinarak Francesco Maria Piave tarafindan metni yazilmis, buyuk besteci Giuseppe Verdi’nin muhtesem operasi…

Baslangicta ne halkin, ne de elestirmenlerin hosuna gidebilmis, zulf-i yare dokundugu icin, olayin gectigi yer Fransa’dan Mantova’ya alinmis, oykunun kahramani olan kral, genc, yuzeysel, ucari, zevk duskunu bir duke donusturulmus ve yazildigindan yillar sonra sahnelenebilmis bu olaganustu opera, gectigi yillarda kadinin sosyal konumuna da isik tutuyor…
.
Terme di Caracalla’nin olaganustu dekorunda, Roma’dan, bugunden kalkip, maceranin onunde hicbir engel tanimayan dukun sarayina gidiyorum…
.
Dukun tenor sesi dalga dalga yayiliyor gece mavisi gokyuzune…


“Bu kadin, su, ya da bir baskasi…
Benim icin hepsi ayni…
Kalbim, diz cokmez kimsenin onunde,
Yarin bir baskasi, belki bir baskasi ondan da sonra”…

Rigoletto, dukun soytarisi, aldatilan kocalarla, bastan cikartilan genc kalplerin babalariyla sivri diliyle alay etmekle kalmaz, Duke onlari tutuklatarak ortadan kaldirmak konusunda akil da verir, biricik kizi Gilda’nin, Duke, onu fakir bir ogrenci sanarak asik oldugundan habersizdir o sirada…
.
Gerisi iste askin cok bilindik, cok siradan, caresiz hikayesidir…
.
Bir erkege butun benligiyle asik bir genc kadin, onu kendine gore bir tutkuyla sevmekle birlikte, gordugu tum kadinlari ele gecirme arzusunda olan capkin ve atesli bir erkek, kizini mutlak bir mutsuz sondan korumak uzere bir kiralik katille bile anlasmayi goze alabilecek kadar caresiz ama sivri dili yuzunden lanetlenmis bir baba…
.
Gilda, Duk’un baska bir kadini nasil da bastan cikardigini gozleriyle gorse bile ona duydugu asktan vaz gecemez... Babasindan merhamet dilenir Duk icin...
.
O sirada Duk, kadinlarin ucariligina dair bir sarki soylemektedir...
.
La donna è mobile
Qual piume al vento,
Muta d’accento
E di pensiero...

“kadin , ruzgara kapilmis bir tuy kadar ucaridir, ona guvenen ya da icini acan bir zavallidir...”

Gilda, deliler gibi asik, sevdigi erkegin oldurulecegini anlar ve erkek kiligina girerek, kiralik katilin onune atar kendini...
.
Babasi, ayaklarinin ucuna birakilan cuvaldaki bedenin, kendi kizina ait oldugunu anladiginda artik cok gectir... Kucaginda olmek uzere olan kizi, hala babasina dukun canini bagislamasi icin yalvarirken, uzaklardan dukun neseli sarkisi duyulur...

“kadin ruzgara kapilmis bir tuy kadar ucaridir...”

Dogrudur...

Oyledir iste...

Kadin, ruzgara kapilmis bir tuy kadar ucaridir, biri ya da oburu farketmez... Bir baskasi, belki bir baskasi daha ondan sonra, gelir ve gecer hayatlardan...

Oyledir...

Fark etmez etmesine ama;
Ask, kadinlar ona kendilerinden bile cok inanabildikleri icin,
.
Ask, onlar bu ugurda kendilerinden bile vaz gecebildikleri icin,
.
Aski yasama es, yasamin kendisiyle ayni cizgide tutabildikleri icin,
.
Askin actigi yaralari, kendi baslarina onarip sarabildikleri icin,
.
Ask icin herseye, herkese, her duruma, kendilerine bile karsi koyabildikleri icin asktir hala...
.
.
.
Gerisi bir Roma aksaminda, gece mavisi gokyuzune dagilan bir tenor sesidir sadece...
.
8 Agustos 2010'Roma
P.S: 1. eser, Carreras-Modugno-Pavarotti'den "La Donna è mobile" (kadin ucaridir)
2. eser Pavarotti 'den "Questa, quella o un'altra" (bu, su ya da bir baskasi , benim icin hepsi ayni)

6 Ağustos 2010 Cuma

YAZ BEKARI...

“Beni ne zaman yemege cagiracaksin” diyor Claudio...
“Sen beni cagirdiktan yaklasik 1 hafta sonra cagiririm herhalde”... diyorum...
“Ben yemek pisirmem” diyor, “ben de bu aralar pisirmiyorum” diyorum...

“O zaman yarin aksam 7.30’da hazir ol, yemege cikalim” diyor...
Claudio, benim hastanede en iyi arkadasim... Arkadasligimizin bir tartismayla basladigini anlatmistim daha once... Yasca benden oldukca buyuk ama kafa dengi, sevdigim, cok iyi anlastigim, birlikte kaliteli vakit gecirdigim biri...
Sayemde bizim bolumde kimin ne sorunu varsa kostugu, ortopedi danismanimiz ayni zamanda...

O tam soyledigi saate geliyor, ben de tam soylenen saatte hazirim... "Benim arabamla gidelim, park etmek sorun olmaz" diyorum kamyon kadar buyuk arabasina bakip...

Konusa konusa sehir merkezine dogru gidiyoruz... Niyetimiz Piazza Navona’da ozel bir aksam yemegi yemek...

Birden aklima geliyor, bir aksam da Ghetto’da yiyelim diyorum...
Ghetto bir ucu Sinagog’dan baslayan, Piazza Venezia'nin hemen arkasindaki Piazza Argentina'ya kadar uazan, Tiber nehri kiyisindaki yahudi mahallesinin adi ve sadece yahudi kurallarina uygun olarak (Kosher) pisirilen yemekleriyle degil, kumascilari, semsiyecileri, kuyumculari, el yapimi sapka satan dukkanlari, artizan isi ayakkabicilari ile de meshur semtin adi...

“Bu aksam istersen, bu aksam gidelim” diyor...Hemen yolu degistiriyorum... Arabayi parkedip once salina salina yuruyoruz Ghetto’nun sokaklarinda... Irili ufakli restoranlardan mis gibi yemek kokulari tasiyor sokaklara... Masalar sokaklara, kaldirimlara dizili, civil civil insan kayniyor...

“Sen sec diyor istedigin yeri”...

Seciyorum, uzun incelemelerden sonra... “Taverna del Ghetto” restoranin adi... Tam kaldirimin kiyisinda bir masaya oturuyoruz, Claudio’nun sandalyesi sallaniyor, garsonumuz Rabi hemen bir tahta parcasi ile olaya cozum getiriyor, ben menuden yemekleri cozmeye calisiyorum... Sonra yemekleri sen sec, sarabi ben diyorum ve Claudio’nun butun israrlarina rahmen, “Nuh diyorum, peygamber demiyorum ve bir Israil sarabi degil, Terracino kirmizi istiyorum, corba sicakliginda gelen sarabi, gereken isiya dusurmek icin hemen buz kovasi geliyor, Claudio bunu burada unutmayalim yoksa tadi kacar diyor, unutmuyoruz...

Rabi’nin sabirli aciklamalari sonucunda, bu mahallede yenmemesi asla dusunulemiyen “carciofi alla giudia (kizarmis enginar)” ile basliyoruz yemege... Nefis demek yeterli olmayabilir...

Sonra tuzlanmis bir mezgit cinsi olan, Baccala baliginin un-su karismina bulanmis kizartmasindan, cig enginar, kirmizi biber, mantar ve patlicanli soslar ile hazirlanmis ekmeklerden, ve yine sebze kizartmalarindan olusan tadimliklar yiyoruz...

Ana yemek konusunda secimlerimiz ayriliyor. Claudio “Baccala, eski bir hikaye” isimli ayni baliktan, ben misir unuyla kizartilmis kuzu pirzolasi istiyorum... Ben Claudio’nun baliginin tadina bakiyorum, o pirzoladan yemiyor...

Yemekler cok nefis, sarap inanilmaz guzel...

Biz iki yaz bekari, sohbetin dibine vuruyoruz... Yolculuklardan konusuyoruz, Roma’nin ne kadar buyuleyici bir sehir oldugundan, Claudio’nun uyesi oldugu kultur grubunun tolerans uzerine verdigi bir konferanstan, ayni grupla birlikte gittigimiz baska bir yemekten, biraz hastane dedikodularindan, biraz saglik politikasindan, biraz ailelerden, biraz cocuklardan, biraz hayattan konusuyoruz...

Biraz herseyden, herseyden biraz konusuyoruz...

Garsonumuz Rabi, cok olculu, yeterince ve gerektigi kadar etrafimizda dolasiyor, calgicilar cok kisa sure kaliyorlar, gul saticilarini masalara yaklastirmiyorlar...

Tatliya yerim kalmadi diyorum... Tadina bak diyor Claudio... Tadimlik, herseyden biraz konmus bir tabak geliyor masaya... Bademli, visne recelli, portakal kremali, cevizli cikolatali tatlilar...

Kalkiyoruz ve Tevere boyunca yuruyoruz... Gec saate ragmen herkes sokaklarda... Tevere’nin solgun benzine vuran isiklara, oldukca guzel bir yapi olan Sinagog’a, yanlarindan gecip gittigimiz cesmelere, tarih kalintilarina, ihtisamli yapilara bakip, “ben Roma’yi cok seviyorum” diyorum...

Ben de diyor...

P.S: Bu yazi Mehmet’in bu ve su yazilarina karsilik ya da nispet olsun diye yazilmamistir... Guzellikleri asilamiyacak olan seyleri birbirleriyle karsilastirmanin bir anlami yoktur... Gelinirse ikram edilir, gidilirse onlardan da yenir...

P.S: sarki yine ayni sarki...

6 Agustos 2010’Roma